Ah Bu Töreler Seks Hikayesi! (112)

Ah Bu Töreler Seks Hikayesi 112. Bölüm! (Osman 30 Y., Konya / Türkiye)

Aysel’in evinin yakınlarında bir yerde park ettim arabamı. Tam inecekken aklıma Refiye geldi. Arayacağımı söylemiştim ama araya Zekiye girince unutmuştum. Birkaç kez çaldı telefonu. Sonunda açılınca, “Alo Refiye, sen misin?” dedim. Sabahki Emel vakasının bir benzerini yaşamak istemiyordum çünkü.

“Benim canım, başka kim olacak ki?” dedi neşeli bir sesle. “Kusura bakma, o ara konuşamadım…” derken sözümü kesti ve “Olsun bir tanem, önemli değil. Nasılsa daha konuşacağımız çok zamanımız olacak, bir ömür boyu!” dedi küçük bir kahkaha atarak. “Bizimkiler geldi, ben de onlarla ilgileniyorum…” deyince, “Sizinkiler kim?” dedim şaşırmış gibi.

“Kim olacak aşkım, bacılarımla yengelerim. Onların çocukları falan, epey kalabalıklaştı burası!” dedi. “Salon mu tutsaydık keşke?” dedim hayıflanır gibi. Nikâhın kalabalık olacağını tahmin etmemiştim. Refiye, “Yok aşkım, bir daha salon tutup para harcamaya gerek yok. Ev kocaman, o konuyu sen bana bırak!” dedi. “İyi, sen öyle diyorsan öyle olsun…” dedim.

Refiye, “Az dur, annem konuşmak istiyor!” dedi, az sonra annemin fısıltılı ama emreden sesi geldi telefondan. “Bizim eve çık, senin odanda benim sandık var ya. Hah, onu aç, içinde, böyle üstte bir kutu var. Al onu. İçinde takı var, bu gece Refiye’ye takarsın!” dedi. Tüm bu hengâmenin arasında en önemli meseleyi atlamıştım. Akşama Refiye’ye takı diye ne takacaktım? Annem çok şükür benim yerime bu işi düşünüp halletmişti. “Sen mi aldın, ne aldın?” dedim merakla. “Bırak şimdi soruyu. Sakın unutma. Ama kimseye de gösterme sakın!” dedi ve kapattı telefonu…

Aysel’in evinde beni neyin karşılayacağını bilmiyordum. Başıma iş mi açacaktı, yoksa dediği gibi gerçekten hayırlı bir şey miydi merak ediyordum. İnceden yağan yağmurun altında yürüdüm eve doğru. Tedirgindim, çekinerek çaldım kapısını. Az sonra kapıyı Melahat açtı. Kaç zamandır görmemiştim. Biraz olsun rahatladım onu görünce. Uzun kırmızı bir etekle uzun kollu beyaz bir bluz giymişti. Üzerine dar gelen bluzun altından sutyeni ve şişkin memeleri belli oluyordu. Kırmızı desenli büyükçe bir türbanla bağlamıştı başını. “Hayırdır, ne oldu, niye çağırdı sabah sabah?” diye sordum Melahat’a. “Bilmiyorum, içerde birileri var, ne olup bittiğini bilmiyorum ben!” dedi.

Montumu askıya asarken usulca sokulup, “Uğramıyorsun hiç, hayırdır, küstük mü yoksa?” diye sordu. “İşlerim var, halledince uğrarım…” dedim, ama Melahat kolumu tuttu sıkıca ve beni sarstı olduğum yerde. “Uğrama, kal bende, gece yatıya gel! Ben senin karınım, Aysel hoca bizi nikâhladı unuttun mu?” dedi sinirli sinirli. Önümden hızlı adımlarla içeri geçti. Aysel’in uyduruk bir nikâhıyla evlenmiştik, kirasını, masraflarını ben karşılıyordum. Dediği gibi Melahat’ı onca olan bitenin arasında unutmuştum.

Salona girdiğimde büyük bir sürpriz bekliyordu beni. Aysel koltuğunda otururken onun yanında Nurcan vardı. Tam karşılarında, yerdeki minderlerin üzerinde ise diz çökmüş bir kadınla bir adam duruyordu. Kadın Muhsine idi, yanındaki ise kocası Şakir’di.

Onları görür görmez Aysel’in hayırlı bir iş dediği şeyin aslında hiç hayırlı olmadığını anladım. Aysel beni görünce, “Ooo, Osman bey, nerdesin yahu, özlettin kendini!” dedi gülerek. Onun bu sözlerine Şakir, “Öyle öyle… Gözümüz yollarda kaldı…” diyerek katıldı. Bu sırada gevrek gevrek gülüyordu. “Hayırlı dediğin iş bu mu?” dedim Aysel’e. Aysel hiç oralı olmadan, “Evet, niye hoşuna gitmedi mi?” dedi gülümseyerek. “Gitmedi, hem de hiç gitmedi!” dedim sinirle.

Nurcan bu kez söze girdi ve “Osman bey, lütfen hatırım için, buyurun, şöyle oturun…” dedi yatıştırıcı olmaya çalışarak. Onun bu sözlerinden sonra birkaç kez derin derin nefes alıp verdim ve sonra yere, Şakir’in yanına oturdum. Kısa bir sessizlik yaşandı. Ardından Aysel kapının önünde ayakta duran Melahat’a dönüp, “Melahat hanım, sen çıkabilirsin!” deyince Melahat, “Siz nasıl isterseniz hocam!” dedi ve kapıyı kapatıp çıktı.

Melahat çıkınca Aysel başladı konuşmaya. “Osman, kusura bakma, böyle yoğun bir günde seni aradık, rahatsız ettik biliyorum ama başka da çaremiz yoktu. Refiye hanımla nikâhın var bu akşam, biliyorum. Sağ olsun beni de davet etti ama ben gelemeyeceğim. Başka işlerim çıktı, ama beni temsilen Nurcan hanım kardeşim olacak orada. Allah mutlu, mesut etsin ikinizi de, bir ömür boyu mutlu olursunuz İnşallah! Refiye hanımı severim. Uzun seneler gurbet ellerde yaşamış ama bozulmamış. Dürüst, temiz, ahlaklı bir hanımdır. Seni de severim, buraya epeyce gelip gittin şimdiye kadar, az çok nasıl bir adam olduğunu bilirim. Sözünün eri, mert bir adamsın. Verdiğin sözlerin arkasında durursun…”

“Şimdi, onun için lafı fazla eğip bükmeden, dolandırmadan meseleye girelim… Biliyorsun, burada bir zaman önce bir söz vermiştin Muhsine hanımla Şakir beye, ben de şahit olmuştum… Şakir beyle Muhsine hanımın senin müstakbel hanımın Refiye’den bir istekleri olmuştu, sana da söylemişlerdi. Sen de biliyorsun, Refiye hanıma ölen kocasından epeyce miras kalmış, bu Alman devletinin verdiği paradan ayrı başka malı mülkü daha varmış…” deyince araya girdim ve “Ne malı mülkü? Benim haberim yok!” dedim.

Sözlerim üzerine Şakir heyecanlı heyecanlı, “Yalan söyleme!” deyince, “Ne yalanı, vallahi haberim yok!” dedim. Gerçekten şaşırmıştım, ne malından mülkünden bahsediyordu bunlar. Aysel kısa bir süre yüzüme baktı konuşmadan, sanki doğru söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyor gibiydi. Ardından, “O zaman sen şu meseleyi anlat Şakir Bey!” dedi Şakir’e dönerek. Bunun üzerine Şakir aynı heyecanlı sesiyle, “Biz de sonradan öğrendik… Biz zannediyoruz ki kardeşim ölünce Almanlar buna çok para vermiş, hâlbuki ondan hariç İstanbul’da daireleri varmış. O oturduğu binada da kendi dairesinden hariç iki dairesi daha varmış, onlardan da kira alıyormuş…” deyince şaşkınlığım daha da arttı.

Şakir’in konuşması biter bitmez bu kez Muhsine, “Rahmetli kaynım senelerce Almanya’da bu orospu yesin diye mi çalıştı, çabaladı?” dedi sinirli sinirli. Refiye’nin gerçekten de İstanbul’da daireleri, oturduğu binada iki dairesi mi vardı? Bunu bana neden söylememişti? Yada Muhsine ve Şakir yalan mı söylüyordu? Bir şeyler dönüyordu ama ne olduğunu anlayamamıştım.

“Nerden öğrendiniz bunları?” diye sordum. Muhsine cevap verdi bu soruma, “Benim damadın arkadaşı tapu dairesinde çalışıyor. O çıkardı hepsini. Nerde o kâğıtlar, vermiştim ben sana…” dedi kocası Şakir’e dönerek. Şakir ceketinin iç cebine elini soktu ve katlanmış birkaç kâğıt çıkardı. Kâğıtları bana verince büyük bir heyecanla açtım.

Evet, gerçekten de oturduğu binada kendi dairesinden hariç iki dairesi daha vardı. Elimdeki kâğıtlar bu dairelerin tapu fotokopileri idi. Dairelerin biri oğlu Ceyhun, diğeri ise kızı Ceren’in üzerineydi. Kendi dairesininki de vardı içlerinde. Sahibi olarak sadece Refiye’nin adı yazıyordu bunda.

Son olarak birbirine zımbalanmış iki kâğıtta ise liste halinde Refiye’nin kendisinin, çocuklarının ve kardeşleri ile ortak olduğu evlerin ve arsaların bilgisi vardı. Bilgisayardan alınmış bir çıktıydı bu ama resmi bir evraktı. Üzerinde Refiye’nin kimlik numarası ve bilgileri vardı çünkü.

Şakir’in dediği gibi İstanbul’da 5 dairesi vardı. Ama bu daireler çocuklarının üzerineydi. Her bir daireye Ceren ve Ceyhun yarı yarıya sahipti. Dairelerin adresleri, yerleri yazıyordu. Tüm dairelerin adresleri aynı ama numaraları farklıydı. Aynı binada beş daire birden demekti bu. Kardeşleri ile ortak olduğu 3 daire vardı ayrıca. Her birinin adı soyadı ve sahip oldukları hisse değerleri yazılıydı. 6 kardeş olduklarından her birine altıda bir hisse düşmüştü. Yine kardeşleri ile ortak olduğu iki de arsa vardı. Evler ve arsalar İstanbul’daydı. Refiye’nin kendi adına sadece oturduğu dairesi vardı.

Tüm bunları görünce kalbim heyecanla atmaya başladı. Aysel’in hayırlı bir iş dediği bu muydu yoksa? İşin içinde para vardı ve Aysel paranın kokusunu almıştı. Başımı kâğıtlardan kaldırınca, Aysel, “Hayırdır Osman, betin benzin attı!” dedi gülerek. Kendimi aynada göremiyordum ama muhtemelen Aysel’in dediği doğruydu. Refiye malı mülkü ile ilgili benden bilgi saklamıştı. Ya bana güvenmiyordu, yada başka bir şey vardı?

Kâğıtları elimde tutarken, “Bunları bilmiyordum… İyi de size ne bundan? Bütün bunlar kocasından kalmış, anasından babasından kalmış, size ne?” dedim sinirle. Yanımdaki Şakir Aysel’in yüzüne bakıp, “Ooo, hocam, Osman şimdiden malın mülkün üstüne konmanın hesabını yapıyor!” dedi gülerek. “Abuk sabuk konuşma!” derken Nurcan kesti sözümü ve “Osman bey, lütfen hatırım için. Bakın konuşmaya çağırdık sizi, lütfen biraz sakin olun…” dedi. Onun bu alttan alan, yumuşak sesiyle biraz sakinleştim.

Kısa bir sessizliğin ardından Aysel, “Osman, biraz sakin ol Nurcan hanımın dediği gibi. Dur da dinle şu insanları…” dedi ve eliyle Muhsine’ye konuşmasını gösteren bir işaret yaptı. Bunun üzerine Muhsine başladı konuşmaya, “Bizim onun anasından babasından kalan parayla pulla işimiz yok. Ona diyeceğimiz yok. Ama kaynımdan kalanlarla ilgili sözümüz var, hem de çok sözümüz var… Bir kere niye bizden gizlemiş o daireleri. Neye, hangi akla göre yapmış bunu? Biz sıkıntı çekiyoruz, yarın ne yeriz diye düşünüyoruz, bu orospu varlık içinde yüzüyor! Kaynımdan kalan malda mülkte bizim de hakkımız var, biz de hakkımızı istiyoruz!” dedi büyük bir öfkeyle.

Ben de, “Zamanında rahmetli kocası size de para pul vermiş, Refiye de sana bilmem kaç bin Euro para vermiş, onları niye söylemiyorsunuz, onları da söylesenize!” dedim sinirle. Bu sözlerim üzerine Şakir, “Veriyordu da ne veriyordu? Dilenci bile almazdı onun verdiğini!” dedi. “Ya Refiye’den aldığın?” dediğimdeyse, “Ona beraber iş kuracağımızı söylemiştim, ortak olacaktık. Güzellik salonu açacaktık o parayla, ama beni bu işe bulaştıran herif paraları alıp kaçtı, gitti. O parayı ben harcamadım, bunu da ona elli bin defa söyledim!” dedi sesini bir hayli yükselterek.

Şakir’den sonra yeniden Muhsine başladı konuşmaya, “Senin tuzun zaten kuru, bir de üstüne bulmuşsun zengin dul karıyı, bırakmazsın tabii. Anan boşuna ayarlamamış onu sana. O maldan mülkten kalan parayı istiyoruz, hakkımızı istiyoruz!” deyince tepem attı, “Ulan ne hakkı, sen mi onca zaman çalıştın, kazandın onları? Kardeşin, kaynın her neyse çalışmış, kazanmış, şimdi de hakkımı isterim diye üste çıkıyorsun?” dedim bağırarak. Nurcan yine araya girdi, sakin olmam için ricada bulundu…

Oluşan sessizliği Aysel bozdu, “Osman, kimse sana Refiye ile evlenme demiyor. Kimse buna karışmıyor. Bunlar sadece hakkını istiyor, hepsi bu!” deyince, “İyi de ne hakkı, bir kere bunların hakkı falan yok!” dedim. Aysel, “Dur hele de beni dinle. Sabahtan beri adam gibi anlatamadılar ki! Bunların, yani bu Şakir’le kardeşinin zamanında babadan kalan bir yeri varmış. Bu Refiye’nin ölen kocası satmış orayı. Hah, şimdi Şakir beyin de bahsettiği para bununla ilgili. Bu adam, rahmetli, epey büyük bir arazileri varmış, satmış orayı Şakir’den gizlice. O parayla da İstanbul’da arsa almış. Bu İstanbul’daki daireler de bu arsaya sonradan yapılmış. Bu iki salak sabahtan beri bunu anlatmaya çalışıyor sana ama bir türlü anlatamadılar!” dedi.

Aysel’in konuşması bitince Şakir girdi söze ve “Ben çok sonra öğrendim kardeşimin orayı sattığını. Öğrenince de sordum, niye sattın dedim, nerde benim payım dedim. Bana çıkarıp o zaman 10 bin Mark para verdi, ben de bunu büyük para sandım, ama meğerse herif kandırmış beni… İstanbul’da arsa aldığını falan da bilmiyordum. Bana o parayla Almanya’da araba aldığını, zaten çok bir paraya satmadığını söylemişti, ben de inanmıştım… Sonra bana dedi, seni Almanya’ya aldıracam, yanıma alacam dedi, bir zaman da bununla oyalayıp durdu. Orda dönerci açmış, araba galerisi açmış, inşaat işleri yapıyormuş, mütayitlik değil de böyle ufak işler ama para kazanmış sonuçta. Biz onu fabrikada işçi sanıyoz ama herif hâlbuki paranın amına koyuyormuş orada. Hepsinin de kaynağı benim o babadan kalan tarlanın parası!” dedi.

Şakir konuşmasını bitirir bitirmez Muhsine, “Biz bu iki daireyi bilmiyorduk. O zaman da araştırmıştık bunun neyi var neyi yok diye, sadece bu kendi dairesi çıkmıştı kayıtlarda. Meğerse bu daireleri çocuklarının üzerine yapmış onun için de bilmemişiz. İstanbul’da bir şeyi var mı yok mu onu hiç düşünmemiştik bile. Allahtan bu tapudaki çocuk akıl etti de buldu çıkardı bunları!” dedi bir solukta.

Derin bir nefes alıp verdim. Akşama nikâhım vardı ama nelerle uğraşıyordum. Ancak takıldığım, beni üzen nokta Refiye’nin bunları neden benden gizlediğiydi? Bana güvenmiyor muydu, sevmiyor muydu? En son daha buraya gelirken telefonda konuşmuştum. Sesindeki sıcaklık, sevgi hemen belli oluyordu. Ama… Aklım karmakarışıktı yine. Refiye ile ilgili bilmediğim pek çok şeyi dün gece öğrenmiştim. Babamla sikiştiğini, annemle ve Hüsniye ile lezbiyen ilişki yaşadığını… Hem bana verdiği ve şu an arabamın bagajında duran içi altınlar ve paralarla dolu çanta ne anlama geliyordu? Uflayıp pufladım…

“Beni bu işe karıştırmayın, benim Refiye’nin parasında pulunda gözüm yok. Zaten aramızda resmi nikâh olmayacak, sadece imam nikâhı…” derken Aysel girdi araya ve “Osman, bak şimdi… Ben daha önce ne dedim, sen dedim o zaman bir söz vermiştin dedim, hatırladın mı? Şimdi sen o sözünü tutacaksın, yoksa bu iş başka türlü hallolur!” dedi.

Aysel açık açık tehdit ediyordu beni. Paranın kokusunu almıştı ve onu bırakmaya niyeti yoktu. Şakir ve Muhsine’nin Refiye’den koparacakları paradan o da kendine pay alacaktı ve şimdiden bunun hesabını yapıyordu. “Ben söz verdim de para benim mi ki? Para Refiye’nin… Ne diyeyim ben şimdi ona, kaynınla eltine para ver mi diyeyim? Hem diyorum ya, benim Refiye ile resmi nikâhım olmayacak, sadece imam nikâhı yapacağız. Kanuni olarak bir hakkım, hukukum olmayacak o maldan mülkten!” dedim.

Sözlerim üzerine Muhsine, “Sen dalga mı geçiyon bizimle, ister resmi ister imam nikâhı! Sen sonuçta onun kocası olacan, onun parası, pulu her bi şeyi senin olacak!” dedi köpürerek. Muhsine’nin sözlerinden sonra Aysel, “Sen laftan anlamıyorsun…” diyerek Nurcan’a döndü ve “Nurcan hanım şunu versene hele!” dedi eliyle işaret ederek. Nurcan arkasına doğru uzandı, az sonra elinde bir kamera tutuyordu.

Kamerayı görünce ne olduğunu anladım, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Aysel elindeki kamerayı bana uzatıp, “Hatırladın mı?” diye sordu. Kamerayı aldım elime, evirip çevirdim. Ben Muhsine’yi sikerken bu kamera da olan biteni gizlice kaydetmişti. Sikişin ardından da beni görüntüleri Refiye’ye vermekle tehdit etmişlerdi. Aysel o gün kamerayı Muhsine ve Şakir’in elinden almış bana vermişti. Ama daha sonra da benden almış ve kendisinde kalmıştı. O günden beridir de kamera ve görüntüler aklıma gelmemişti hiç. Ama şimdi Aysel kamerayı önüme koymuştu, ben unutmuştum ama Aysel unutmamıştı.

“Şimdi, eğer Refiye Hanım senin daha önceden eltisi ile ilişkin olduğunu öğrenirse sence ne olur? Seni sevmeye devam eder mi yada senle evli kalmaya devam eder mi? Bir düşün bakalım… Kadın öz oğluyla kavga etmiş senin için, sana yangın, seni çok seviyor… Ama kavgalı eltisiyle yediğin bokları öğrenirse ne olur sonra?” dedi Aysel.

Gerçekten de ne olacağını bilmiyordum. Refiye’yi seviyordum. Malından mülkünden hariç onu bir kadın olarak seviyordum. Babamla, annemle arasında yaşananlara rağmen seviyordum. Ona bağlanmıştım. Ama parasının ve zenginliğinin de bu sevgimde bir etkisi vardı, onu da gizleyecek değildim. Şimdi bu görüntüler ortaya çıkarsa bagajımdaki içi para ve altınlarla dolu çantadan başka yeni öğrendiğim zenginlik de uçup gidebilirdi… Her ne kadar onlara aramızda resmi nikâh olmayacak, onun için benim hakkım da olmayacak desem de bu dediklerime kendim de inanmıyordum…

O gün yani Muhsine’yi siktiğim gün, bu işin geleceğini düşünmeden tamam demiştim. Ama sonra unutmuş gitmiş, bir yerde Aysel’e güvenmiştim. Ama o güvendiğim Aysel şimdi tam da nikâhımın olacağı günün sabahında beni tuzağa düşürmüştü. Bu işlerin arkasında Aysel’in olduğuna emindim. O nedenle, “Senle biraz konuşalım mı?” dedim. Önce garipsedi, ses etmedi. Ardından yanındaki Nurcan’a baktı, ondan olur anlamında bir işaret aldıktan sonra, “İyi, tamam, konuşalım!” dedi. Bütün bu pis işlerin, şantajın içinde Nurcan’ın da olması beni ayrıca üzmüştü. Ben onu başka türlü sanmıştım, ama Aysel’in yancısı olduğu çıkmıştı ortaya.

Ayağa kalkıp odadan çıktım. Melahat ile göz göze geldim. İçerdeki konuşmaları duymuş yada dinlemişti, bakışlarından anladım bunu. Derken içerden Aysel çıktı. Melahat’a, “Melahat hanım, sen içerdeki misafirlerimizle ilgilen!” deyince Melahat, “Peki hocam!” dedi bir köle gibi ve içeri geçti. Aysel, “Gel bakalım!” diyerek önden kendi yatak odasına girince ben de peşinden girdim. Aysel kapıyı kapattı peşim sıra.

Odaya girince aklıma o gün yaşadıklarımız geldi. Onu ve Muhsine’yi bu odada sikmiştim. Şakir de izlemişti üstelik. O gün yaşananların sonucunu şimdi çekiyordum. “Bunları sen sardın başıma, değil mi?” diye sordum dişlerimi sıkarak. “Vallahi benle ilgisi yok, bu ikisi baş belası, sen de biliyorsun!” dedi kendini masum göstermeye çalışarak.

“Senden cesaret almasalar bu işi yapamazlar. O gün kamerayı bunların elinden almıştın…” derken sözümü kesti ve “Bak, dinle. O zamandan bu zamana köprülerin altından çok sular aktı. Çok şey değişti. O zaman bu Refiye’nin aldığı tazminatla oturduğu evi biliyorduk sadece. Ama sonradan işin rengi değişti. Refiye bunların dediği gibi bir şeyleri gizlemiş…”

“Ben de biraz sordum, soruşturdum. Bilirsin çevrem geniştir. Kadın Karun kadar zengin… Bunların dediği o İstanbul’daki dairelerin tanesi eski parayla aşağı yukarı 1,5-2 trilyonmuş. Bankada da bir bu kadar parası varmış, bankacı bir hanım tanıdığım var. O çıkarttı bu dediklerimi. Bunlar da şimdi o zenginlikten pay istiyorlar…”

“Bir avukat ahbabıma da danıştım konuyu, bir şey yapamazlar dedi. Aradan çok zaman geçtiği için yapacakları bir şey kalmamış. Kendileri de biliyor mahkemeye gitseler bir bok yapamayacaklarını, onun için bu işi çirkeflikle çözmeye çalışıyorlar, böyle saldırıyorlar…”

“Senin yapacağın tek bir şey var. Bu dairelerden birini bunlara verdireceksin, Refiye’nin ağzından girip burnundan çıkacaksın, bu iş anca sende bitiyor. Kadın çok zengin, tonla parası var ama yüreği sende. Senden başkasını gözü görmüyor, dedim ya öz oğlunu siktir etmiş senin için. Her şey sende bitiyor… Ha, eğer yok, ben yapmam dersen o zaman olacaklardan ben sorumlu değilim…”

“Yanlış anlama, evliliğinin yıkılmasını istemem elbet, ama bu içerdekilere sözüm geçmez. Kafaya koymuşlar bir kere. Kameradan yana derdin olmasın, o konuda bana güvenebilirsin, ama bunların meselesi başka. İş artık kamerayı falan aştı. Ellerinde daha güçlü bir koz var!” dedi.

Neydi bu koz? Neden bahsediyordu Aysel? Bir şeyler mi ima etmeye çalışıyordu. Israrlı sorularıma kaçamak cevaplar verip durdu bir zaman. Ama en sonunda söyleyince dün gece annemin konuşurken şöyle bir bahsettiği şeyin aslında gerçek olduğunu öğrendim…

“Refiye’nin aldırdığı bebekle ilgili!” deyince, “Bebek mi, ne bebeği?” dedim. Kalbime yumruk yemiş gibiydim. Aysel şaşkın şaşkın bakıyordu. “Bilmiyor muydun?” dediğinde, “Yooo…” dedim şaşkınca. Bir süre sustu, yutkundu, ardından, “Bunu benden, bu şekilde öğrenmeni istemezdim. Ama madem artık bir yola girdin, o zaman her şeyi iyice bilmen gerek. Bu evleneceğin Refiye daha önce bir bebek aldırdı. Annenle beraber gelmişlerdi bana. Adamın birinden hamile kalmış. Benden de icazet istemişti bebeği aldırmak için. Ben de bunun mümkün olmadığını, çok günah olduğunu söylemiştim…”

“Ama çok ısrar etmişti, eğer hamile olduğum ortaya çıkarsa oğlum beni öldürür deyip durmuş, ha bire ağlamıştı. Yanındaki annen de en az onun kadar sıkıntılıydı. Bu bebeğin babası kim diye sordum. Söylemek istemedi. Adam seni nikâhına alsın, çocuğu doğurman gerekir, başka türlü olmaz dedim ama bunun mümkün olmadığını annen söyledi. Yani bebeğin babası kimse onu annen de biliyordu anlayacağın. Neyse, ben böyle bir günahın altına giremem deyince bunlar gitti…”

“Bir zaman sonra Refiye tek başına geldi. Bebeği aldırdığını söyledi. Sonra da karşıma geçti çocuk gibi ağlayıp durdu. Çok pişman olduğunu, çok günaha girdiğini, aldırdığı bebeğin geceleri rüyalarına girdiğini söyledi. Benden yardım istediğini yoksa aklını oynatacağını söyledi bir de. Ben de bunu bir güzel okuyup üfledim. En içinden gelecek şekilde tövbe et dedim. İlaç niyetine de bir şeyler hazırlayıp verdim…”

“Sonra da sen dedim yeniden hamile kalıp bir bebek doğurmalısın. O canına kıydığın bebeğin yerine başka bir bebek dünyaya getirmelisin. Bu iş başka türlü kapanmaz. Benim bu okuyup üflemelerim de bir zaman sonra tesir etmez. Ama dedim kalkıp gene gayrı meşru yoldan hamile kalma. Daha gençsin güzelsin dedim buna. Evlen, barklan, yuva kur, çocuk yap dedim. Ha eğer ki hamile kalman mümkün olmazsa da bir evlat edinmen gerekir. Başka türlü bunun kurtuluşu yok dedim!” dedi.

Aysel’in her bir sözü bıçak yarası gibi işledi içime. Sevdiğim, evleneceğim kadının bir çocuk aldırdığını daha yeni öğreniyordum. Ne zaman olmuştu bu olay? Birkaç kez sordum, her seferinde Aysel, “Tam zamanını hatırlamıyorum!” diye cevaplar verdi.

Bebeğin babasını biliyor da söylemiyor muydu yoksa? Bu sorumu da yeminler ederek, “Bilmiyorum!” diye yanıtladı. “Peki bunları biliyordun da niye söylemedin?” dediğimde ise, “Bana gelen kişi sırrını da beraberinde getirir. Ben her gelenin sırrını açığa vurursam benim ne hocalığım kalır, ne de kimse bana güvenir. Aslında böyle bir meseleyi Refiye hanımın izni olmadan sana söylemem de yanlış, ama iş artık başka yerlere gitti, mecburen söyledim!” diye cevap verdi.

“E peki madem bu senle Refiye arasındaki bir sır, bunlar nasıl öğrenmiş?” dedim. Aysel, “Onu da senin salak karına sor, o gitmiş söylemiş Muhsine’ye. O nasıl duymuş, öğrenmiş bilmiyorum ama öğrenmiş işte! Sonra da yememiş içmemiş bu Muhsine’ye demiş. Şimdi bunlar da bu işi kaşıyıp duruyorlar. Çocuğun babası kim onu bilmiyoruz. Ama kadının bebek aldırdığı kesin, ona şüphe yok. Şimdi, eğer bu mesele çıkarsa ortaya, dul bir kadının bebek aldırdığı, en başta bu kadının kocaman oğlu var. Ne bileyim, abileri, akrabaları var. İçlerinden biri kalkar kadını vurur, öldürür, namus bu başka şeye benzemez…”

“Onun için bu meselenin duyulmaması gerek. Burada da görev sana düşüyor. Ben bir müddet daha bunların ağzını kapatmasını bilirim ama nereye kadar? Eğer istediklerini alamazlarsa ipin ucu kaçar, bir noktadan sonra tutamazsın. Sen şimdi bu Refiye’nin ağzından girip burnundan çıkacaksın, bu İstanbul’daki dairelerden birini bunların üzerine versin. Zaten aslına bakarsan haksız da sayılmazlar. Yani adam kardeşinden gizli gitmiş satmış tarlayı, bu adamın hakkını yemiş. İki cihanda da büyük günahtır kul hakkı yemek…”

“Bu işi halletmen lazım Osman, sadece sen yapabilirsin, senin yapman lazım. Hem kendi namusun, şerefin için hem Refiye hanımınki için. Tamam, zamanında yemiş bir haltlar, gebe kalmış falan ama kadın tövbe etti, senden başkasını gözü görmüyor artık. Dedim ya, öz oğlunu siktir etmiş senin için, sana deli gibi sevdalı. Bu işin dallanıp budaklanmaması, öğrenilmemesi gerekli, ne yapıp yap bu işi hallet!” diye nasihat vermekten de geri kalmadı.

Derin bir iç geçirdim. Aysel’in çok kolaymış gibi anlattıkları aslında yapması, etmesi çok zor, insanın içini acıtan şeylerdi. Refiye’nin sandığımdan daha fazla şeyi benden gizlediği çok açıktı. Üstelik karım da bunu öğrenmiş ama bana söylememişti. Annemse en başından beri pek çok şeyi benden gizliyordu.

Yatağın üzerine oturup ellerimi kenetledim. Böyle bir şeyi yapamaz, edemezdim. “Bunu sen yap, ben yapamam!” dedim Aysel’e. “Ben nasıl ederim?” deyince, “Bilmiyorum, ama ben hiç yapamam. Sen anlat, benden duymasındansa senin anlatman daha iyi. Hem senin sözünü dinler, sen söyle!” dedim.

Aysel bir süre durdu karşımda öylece, sanki bir şey düşünüyor gibiydi. “Tamam, o zaman sen söyle Refiye’ye, nikâhtan sonra bir gün uğrasın bana, ben münasip bir dille anlatırım!” dedi. Ardından da yanıma oturdu. Omuzlarımı tutup, “Bak, böyle öğrenmeni istemezdim, ben de üzüldüm şimdi. Ama olmuşla ölmüşe çare yok, anladın mı? Yapacağın bir şey yok artık bu meselede. Sadece bunların ağzını kapatman gerek, onun da yolu paradan geçiyor…”

“Bu iş bu zamana kadar gizli kapaklı kalmış, bundan sonra da öyle olsun. Ben kendi adıma elimden geleni yaparım, ama sizin de karı koca olarak yapmanız gerekenler var Refiye ile. O dairelerden birini versin bunlara, kurtulun bu işten…” derken sözünü kestim ve “İyi de, bunlar daireyi aldıktan sonra da kalkıp bunu söylerlerse ne olacak?” dedim.

Aysel, “Sen orasını düşünme, bunun garantisini ben veriyorum. İkisi de benden çok korkar. Onlara kara büyü yapacağımı söylesem korkularından tuvalete bile gidemezler!” dedi gülerek. Aysel’in bu sözlerinin altında bu işin asıl planlayıcısının o olduğu anlaşılıyordu. Belki de Muhsine ve Şakir Refiye’nin bebek aldırdığını bile bilmiyor, Aysel onların ağzıyla konuşuyordu.

Ancak yine de bu durumun açığa çıkması hem benim hem de Refiye için tehlikeliydi. İşlenen suçu, günahı aramızda saklamamız gerekiyordu. Olanlar geçmişte kalmıştı. Bundan sonrası için önlem almak gerekiyordu. Aysel, “Ben içeri geçiyorum, sen de gel!” diyerek yanımdan ayrılırken, ben biraz daha yatağın üzerinde oturmaya devam ettim.

Bütün bunları etraflıca öğrenmem gerekliydi. Refiye kimden hamile kalmıştı? Annemle beraber buraya gelmişlerdi, bebeğin babasını annem de biliyordu! O anda aklıma gelen ilk isim babam oldu. Bu daha büyük bir acı sapladı yüreğime.

Acaba Refiye babamdan mı hamile kalmıştı? Onun için mi annem Refiye’nin bebeğin babası ile nikâhlanmasının mümkün olmadığını söylemişti? Her şey karmakarışıktı, toz tuman arasında gerçeklerin ne olduğunu göremiyordum. Yapabileceğim tek şey ortalığın biraz durulmasını beklemekti. Refiye’ye Aysel’le konuşmasını söyleyecektim, ama öncesinde meselenin aslını ben öğrenmeliydim.

İçeri döndüğümde hepsinin de keyifli olduklarını gördüm. Aysel, “Osman beyle konuştum, bu işi bir hale yola koyacağız birlikte. Ama bunun için bize zaman gerekli. O nedenle siz de sabırlı olacaksınız, çenenizi kapalı tutacaksınız. Artık bu meselenin daha fazla uzamasını, konuşulmasını istemiyorum, anladınız mı?” dedi Şakir’e dönerek. Şakir uysal bir çocuk gibi başını omuzlarının arasına alıp, “Anladık hocam, anladık!” derken, Muhsine, “Allah senden razı olsun hocam, sen de olmasan ne ederiz!” dedi ve beraber sevinçten nerdeyse Aysel’in ayaklarına kapanır oldular. Onların bu halini görünce sinirim daha da arttı ama yapabileceğim bir şey yoktu…

“Başka bir şey yoksa ben gitmek istiyorum!” dediğimde Aysel, “Tamam, konuştuğumuz gibi hallederiz!” dedi başıyla da işaret yaparak. Şakir ve Muhsine ise sessiz kaldılar, az önce mutlu haberi Aysel’den almışlardı çünkü. Nurcan da sessizdi, gülümseyen yüzüyle bakıyordu. Onları öylece bırakıp çıktım dışarı.

Melahat beni görünce sokuldu iyice, “Hayırdır, bir mesele mi var?” diye sordu. Yoğun bir sigara kokusu geliyordu üzerinden. Canım sigara çekmişti, sorusuna cevap vermek yerine, “Boş ver, bir sigara versene!” dedim göz kırparak. “Versene denmez, verir misin diyeceksin, ayılaşma, kibar ol biraz!” dedi gülerek. Ardından, “Gel beraber içelim!” dedi ve dışarı çıktık.

Yağmur az da olsa yağıyordu yine. Saçağın altına girip sigaralarımızı yaktık. Melahat, “Akşama nikâhın varmış ha, bize de hiç demiyorsun!” dedi. “Ne oldu, bozuldun mu?” diye sordum. “Yok be, ne bozulması, sonuçta özgür adamsın, ben bir şey diyemem, ne bok yersen ye!” dedi. Senelerce kerhanelerde çalışmış, feleğin çemberinden geçmiş bir kadındı, erkeksi tavırlarını bırakamıyordu. Sigarasından derin birkaç nefes çektikten sonra, “Bu Nurcan hanımın da oğlunun bir derdi varmış…” dedi.

Bilmiyormuş gibi yapıp, “Neymiş?” diye sordum. “Laf aramızda çocuk daha milli olmamış, benden oğluna hocalık yapmamı istiyor, anlarsın ya!” dedi gülümseyerek. “Sen ne dedin?” deyince, “Ben dedim artık tövbeliyim, bıraktım bu işleri dedim. Ama kadın gelip gidip teklif ediyor devamlı. Bu sabahta beynimi sikti gene. Aysel hocaya demiş, kabul etmem için yani. O da geldi bana söyledi. Hocam dedim ben tövbe ettim artık bu işlere, hatta bunun için size geldim dedim. Şimdi nasıl olur dedim…”

“Aysel hoca da şey dedi, hayırlı bir iş yapacaksın dedi, onun için de tövbeni bozmuş olmazsın dedi. Eğer dedi bu işi para için yaparsan, elin adamlarıyla düşüp kalkarsan o zaman tövbeni bozmuş olursun, ama şimdi böyle bir iş için olmaz dedi. İyi dedim o zaman… Sonuçta kadın senelerin hocası, benden iyi bilecek elbet her bir şeyi… Bir de şey dedi, çocuk herhalde biraz kırık mıymış neymiş, sen dedi bu çocuğu adam et dedi, adam edene kadar da bırakma, yani tek seferlik bir iş olmayacak anlayacağın!” dedi sigarasından son nefesini çekerken.

“Bana niye anlatıyorsun ki bunları?” dediğimde, “Bil istedim, ben erkeğine sadık bir kadınım sonuçta!” dedi gülümseyip. Nurcan’ın oğlu ile ilgili meseleyi bu şekilde çözecek olmasına sevindim. “Dikkat et de çocuğu korkutma!” dedim. Melahat, “Ben bu zamana kadar kimleri adam ettim sen bir bilsen!” dedi gülerek.

“Yeni karın da güzelmiş!” dedi bu kez. “Sen nerden gördün?” diye sordum. “Geçen gelmişti ananla beraber, o zaman görmüştüm. Aysel hoca dedi bak bu Osman’ın yeni alacağı kadın diye. Kadın senden büyük ama iyi bakmış kendine, halen o biçim. Laf aramızda anan da at gibi karı ha… Halen iş var yani, baban şanslı herifmiş!” dedi gülümseyip bir eliyle de göğsüme vurarak. Onun bu sözlerine, “Ya, ne demezsin!” dedim.

Annemle Refiye ne diye gelmişlerdi ki Aysel’e. Acaba Melahat biliyor muydu ziyaretlerinin sebebini? Bunu sorunca, “Bilmiyorum, yanlarında değildim ki, nerden bileyim. Ama yeni evlenecek kızlar, kadınlar devamlı gelir Aysel hocaya. Okuyup üfler onları, anlarsın işte mutlu olsunlar, yuvaları dağılmasın, çocukları olsun falan filan diye… Bizim milleti bilirsin… Seninki de herhalde bunun için gelmiştir!” dedi.

Sigaramı söndürdüm. Yine kolumu tutup, “Ben içeri geçiyorum, bir şey falan isterler şimdi. Bak dediğim gibi, bir ara gel kal bende, sakın unutma. Gerçi şimdi iki karın var, biraz zor olacak senin için, ama erkek adamsın sonuçta. Daha ilk günden ipleri verme karıların eline!” dedi. Giderayak nasihat vermeden edememişti Melahat.

Az sonra ben de arabaya binmiş eve doğru gidiyordum. Nikâh saatine kadar kim bilir bilmediğim daha başka şeyler öğrenecek miydim? Refiye çocuk aldırmıştı… Aklım almıyordu, karım bunu öğrenmiş ve bana söylememişti. Direksiyon simidini iki elimle deli gibi sıkıyordum sinirimden. Nasıl yapabilmişlerdi bunu bana? Ve ben nasıl olup da her şeyden habersiz kalabilmiştim? Kendimi akıllı sanırken diğerlerine oyuncak olduğumu fark etmemiştim.

Zekiye geldi aklıma. Acaba Ayfer nasıl olmuştu? Aradım, birkaç kez çaldı telefonu ardından açıldı. Ayfer’i sordum. “Yatıyor halen, ben de uzanmıştım koltuğa. Bir şey olursa ararım ben!” dedi donuk bir sesle. Sabah yaşadıklarımızı çoktan unutmuş gibiydi. “İyi, tamam, sen ararsın o zaman…” diyerek kapadım. Sağı solu belli olmayan bir kadındı. Sabah sikişmenin kıyısından dönmüştük, şimdiyse hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu…

Binanın önüne gelip park ettim. Eve girmeden önce annemin dediği takıyı almak için yukarı çıktım. Nasıl bir takıydı acaba? Anahtar zaten vardı bende, kapıyı açıp girdim içeri. Eve girer girmez ise aklım takı yerine Medine denen şu kadına gitti. Bütün bu olan bitenin arasında onu unutmuştum. Dün gece Kerim’in getirdiği bu Medine kimdi? Evin içinde ondan kalan bir iz aramaya koyuldum.

Salonda ve mutfakta her şey normaldi. Annemlerin yatak odasında da durum aynıydı. Yatak toplanmıştı. Göze çarpan bir şey görünmüyordu. Ardından odama, yani evlenmeden önce benim olan odaya geçtim. Odada da her şey normaldi. Annem halen ilk günkü gibi görünen çeyiz sandığını buraya koymuştu. Üzerinde birkaç kat yatak ve yorgan vardı. Yatakları ve yorganları alıp çekyatın üzerine koydum ve sandığın kapağını açtım.

En üstte kırmızı kadife kaplı bir kutu vardı. Annemin dediği kutu bu olmalıydı. Büyük bir heyecanla açtım kutuyu. İçinde kalın ve uzun altın bir kolye vardı. Ayrıca kalın iki burma bilezikle, büyük yeşil taşlı bir Broş vardı. Tüm bunlar kaç para ederdi acaba? Annem hangi ara, hangi parayla almıştı bunları? Acaba babamla beraber mi almışlardı? Ne düşünsem boştu artık. Akşama Refiye’ye takacaktım, yani benim olacaktı nasılsa. Hepsini kutuya geri koydum.

Bu arada sandığın içinde acaba başka bir şeyler var mıdır diye merak ettim. Annemin çarşaf ve nevresim takımları, dantelleri vardı çoğunlukla. Alıp da henüz takmadığı, kullanmadığı türbanları, başörtüleri de vardı çokça. İçlerini, aralarını yokladım. Derken annemin eski beyaz başörtülerinden biriyle yapılmış irice bir top gibi görünen bir bohça buldum. Hemen alıp çıkardım. Sıkıca sarılı bohçanın ağzını büyük bir heyecanla açtım. Gördüklerim karşısında ağzım açık kaldı.

Bohçanın içi iç çamaşırları ile doluydu. Ama bunlar günlük giyilebilecek basit şeyler değildi. Dantelli külot ve sutyenlerin yanında tangalar ve ip külotlar vardı. Ve bunlar benim karıma aldığım, sonradan annemin de ondan alıp giydiklerini sollayacak cinstendi. Annem nerden bulmuştu bunları, nerden gelmişti bunlar?

İp külotlardan birinin önü yani ama gelen kısmı da arkası gibi iptendi. Siyah tülden bir külotun ise tam ama gelen kısmı açıktı. Bir başkasınınsa önü kapalı ama arkası açıktı. Yani kadın giydiğinde götü açıkta kalıyordu. Renkli renkli tangalar, tül sutyenler, fantezi çorabı denen türde fileden, incecik dokulu çorapların arasında birkaç tane de mayo ve bikini vardı ayrıca.

Kırmızı bir bikininin üstü küçük, üçgen şeklindeydi. Bunun annemin memelerini kapatması mümkün değildi. Altı ise yanlardan bağcıklıydı ve tangaydı. Ön kısmı iki parmağım kalınlığında anca vardı, arkası ise tamamen göt yarığının arasına girecek şekildeydi. Kalbim deli gibi atmaya, yarağım yeniden hareketlenmeye başladı. Annem tüm bunları nerden bulmuştu, gerçekten giyiyor muydu, giymiş miydi bunları? Mayolar da öyle normal, kapalı değildi. Derin göğüs dekolteli, sırtı açıkta bırakan mayolardı bunlar. Çamaşır, mayo ve bikinilerin bazılarının üzerinde halen etiketleri duruyordu. Etiketlerinde Alman malı oldukları yazıyordu. Bunları acaba Refiye’mi anneme vermişti? Yada bir başkası mıydı?

Her ne olursa olsun yarağımın sertliği giderek artıyordu. Annemin verdiği macunun etkisi bu gördüklerimle beraber yeniden kendini göstermeye başlamıştı. Aysel’in evinde olanlar nedeniyle inişe geçmiş yarağım bir volkan gibi patlamak üzereydi sanki.

Her birini yeniden bohçanın içine koydum, ağzını bağladım aynı şekilde. Acaba sandığın içinde başka şeyler de var mıydı? En altlara doğru parmak uçlarıma bir şey takıldı. Hemen çekip çıkardım. Siyah kadifeden, ağzı iplikle bağlanmış bir torbaydı bu. Epey de ağırdı. Çabucak açtım. İçindekileri görünce ikinci şaşkınlığımı yaşadım.

Torbanın içi altınla kaynıyordu. Çeyrekler, yarımlar, tamlarla doluydu. Aynı zamanda bilezikler ve paralar da vardı. Annem bu kadar altını, parayı hangi ara, nasıl biriktirmişti? Nerden gelmişti bunlar? Torbayı aynı şekilde yerine koydum, çarşafları, nevresimleri ve dantelleri düzelttim. Annem bir şey anlamamalıydı. Kutuyu alıp çıktım. Bizim daireye girdim.

Salonda ve yatak odasında her şey sabah bıraktığım gibi duruyordu. Şaheser anne hiçbir şeye dokunmamış, toplamamıştı. O ara, içerden, banyodan bir sesin geldiğini işittim. Su sesiydi bu. Acaba Şaheser anne duşu ve şofbeni de mi açık unutmuştu? Banyonun kapısı tam kapanmamış, aralıktı. İçerde ışık yanıyordu halen. Kapıyı yavaşça açınca gözlerime inanamadım!

Esra duşun altında yıkanıyordu…

[Osman]

Ah Bu Töreler Seks Hikayesi! Tüm Bölümleri

18+ YASAL UYARI:
Ah Bu Töreler Seks Hikayesi sitesi 18 yaşından büyükler içindir! 18 yaşından küçük iseniz
ve bulunduğunuz ülkede Seks Hikayesi okumak kanunen yasak ise, bu siteyi derhal terkediniz!