Ah Bu Töreler Seks Hikayesi! (83)

Ah Bu Töreler Seks Hikayesi 83. Bölüm! (Osman 30 Y., Konya / Türkiye)

Sabah erken bir saatte karım uyandırdı. Alışverişe gidecektik, daha doğrusu ben onları götürecektim. Onlar alışverişini yaparken ben de işe gidecektim. Banyoya geçip yıkanırken karım da kahvaltıyı hazırlıyordu. Uyku iyi gelmişti, ama yine de uykum vardı. Kahvaltıda Özge’nin suratı beş karıştı. Semanur’un anlattıkları geldi aklıma ve canım sıkıldı. Muhtemelen onun da suratı bu yüzden böyle asıktı. Esra ise her zamanki neşeli halindeydi.

Kahvaltı bitiminde birlikte arabaya atladık, Refiye ve Ceren’i evlerinden aldım. Refiye arka koltuğa kızı ile geçerken, ön koltukta oturan karımın keyfine diyecek yoktu. Onları büyük ve güzel bir mağazanın önünde indirdim. Sadece kadın kıyafetleri satan bir mağazaydı. Karıma, “Siz alacağınızı alın, beni ara daha sonra, gelir yaparım ödemesini!” dediğimde, karım, “Tamam bir tanem!” diyerek yanaklarımdan öptü. Bunu yaparken yanımızda Refiye vardı ve onu kıskandırmak için böyle davranmıştı. Refiye’nin suratı asıldı bunu görünce, ama bir şey demedi.

Onlar mağazaya girerken ben de işyerime gittim. Çalışanlar, Kübra hanımın yardım kolileri ile, markete göndereceğimiz ürünlerin ilk partisini hazırlıyordu. Yazıhaneme girerken peşimden Dilber geldi içeri, kapıyı kapattı. Önlüğü yoktu üzerinde. Uzun, çiçekli bir etekle, ince mavi bir kazak giymişti. Başını büyük, siyah bir türbanla bağlamıştı. Ten rengi parlak naylon çoraplı ayağında her zamankinin aksine siyah, topuklu, burnu açık bir ayakkabı vardı. İnce kazağın altında koca memeleri, kilo vermesine rağmen halen şişkin olan göbeği belli oluyordu.

Dilber usulca, “Seni özledim, herkese yardımın dokunuyor, bir tek bana dokunmuyor!” dediğinde, “Bu aralar başım kalabalık, görüyorsun ya!” dedim. “Biliyorum, ama ne bileyim. Son zamanlarda yaşadıklarım beni çok yıprattı, sana ihtiyacım var!” dedi. Dilber’in canı yarak çekiyordu. Kabaca söylemek istediği buydu. “Tamam, her şeyin bir zamanı var!” dediğimde, “Öyle olsun!” diyerek çıktı. Birkaç telefon görüşmesi yaparken, kahvemi getirip masamın üzerine koydu.

Kendimi işlere vermek istiyordum. Kübra hanımın işinin gelmesi çok iyi olmuştu, epey bir belimizi doğrultabilecektik bu sayede. Öğlen gibi telefonum çaldı, işlerin yoğunluğu nedeniyle kimin aradığına bakmadan açıp, “Efendim?” dedim. Telefonun diğer ucunda Aysel vardı. “Bana gelmen gerek!” dediğinde, “Hayırdır, ne oldu?” dedim. “Boş ver, telefonda olmaz, gelmen gerek işte, o kadar!” diyerek kapadı telefonu.

Karımı aradığımda, “Bizim işimiz bitmek üzere, sen istersen gel!” dedi. “İyi tamam!” diyerek kasayı açtım, içinden yeteceğini düşündüğüm bir miktar para aldım ve soluğu mağazada aldım. Karım ve Refiye bir koltukta, kızlar başka bir koltukta oturuyordu. Kasaya geçip, “Ne kadar tuttu?” diye sordum. Kızın söylediği rakam karşısında adeta dudağım uçukladı. Benim tahmin edip yanıma aldığım paradan fazlaydı bu. Kalan kısmını kredi kartımla da ödemek istemiyordum, “Bir kısmını şimdi vereyim, kalanı gün içinde getireyim!” dediğimde, kız, “Kusura bakmayın, yapamayız!” dedi.

Karım ve Refiye’nin yanına gelip, “Üzerimde o kadar para yok, siz bekleyin ben işyerine gidip geleceğim!” dedim. Karım, “Yahu Osman nasıl yaparsın bunu? Aklın nerde senin?” dediğinde, Refiye atılıp, “Olabilir, insanlık hali canım. Biz karı koca değil miyiz, ben ne güne duruyorum!” diyerek cüzdanını açtı ve içinden, bende bile olmayan, yüksek limitli bir kredi kartı çıkardı, “Bununla kalanını öde!” diyerek şifresini söyledi. Kasaya ödemesini yaptım. Kartı geri Refiye’ye uzatırken, “Gerek yok, bundan sonra sende kalsa da olur, ben ne yapayım?” dedi.

Karımın suratı bunları duyunca sinirinden kıpkırmızı olmuştu. Ama bir şey diyemiyordu. Daha kendisine bir kart bile çıkartamamışken, yeni gelecek kumasında bende bile olmayan bir kart vardı. İki karım arasında bir sürtüşmenin çıkmasını istemiyordum, onun için kartı Refiye’ye vermek istedim. Ama o da almamakta ısrar ediyordu. Karımın mağazaya girerken kendi yanında yanaklarımdan öpmesinin intikamını bu şekilde almak istiyordu Refiye. Bütün zorlamalarıma rağmen kartı almayınca mecburen cüzdanıma koydum.

Mağazadan çıkınca önce Refiye ve Ceren’i, ardından karım ve kızları bıraktım eve. Karım arabadan en son inerken, krıma, “Hadi, sıkma canını, onun kredi kartı var diye kıskançlık yapma!” dedim. “Kıskançlık yapmıyorum canım, sonuçta o da karın olacak!” dedi. Ama bunu ne kadar içten söylediğini bilmiyordum. Yanağından öptüm, “Aysel hoca çağırdı, ona gitmem lazım. Yapmam gereken başka işlerim de var. Belki akşama geç gelirim!” dediğimde, “Hoca niye çağırdı ki seni?” diye sordu. “Bilmiyorum, gidip bakacağım!” dedim.

Aysel’in evine geldiğimde etraf sessizdi. Kapıyı Aysel açtı, baştan aşağı siyahlar içindeydi. Siyah, uzun bir etekle, parlak siyah bir gömlek giymişti. Başında gene siyah, büyük bir türban vardı. “Hoş geldin, şöyle geç!” diyerek beni salona değil de arkadaki odaya yönlendirdi. “Hayırdır? Bir şey mi var?” diye sordum. Ama Aysel, “Geç içeri!” dedi başka bir şey demeden. Melahat evde yoktu.

İçeri geçince dünkü hocayı bir sandalyede otururken buldum. Öpmesi için elini uzatınca, öpüp başıma koydum. Eliyle yerdeki minderlerden birinin üzerine oturmamı işaret etti. Aysel içeri girip kapıyı kapattı, o da benim gibi karşımdaki minderlerden birinin üzerine oturdu. Aysel, “İçerde Zekiye adında bir kadın var. Sabahtan geldi. Bir erkekle cima ettiğini, gebe kalmak istediğini, bunun için de bana geldiğini söyledi. Ben ağzını aradım, konuşturdum. Senin adını, tarifini verdi!” deyince ağzım açık kaldı.

Zekiye beni korkutuyordu. Aysel’e gelip gebe kalabilmesi için dua etmesini, yardımcı olmasını istemişti. Ne diyeceğimi şaşırdım. Eğer gebe kalırsa başım derde girecekti. “Sen ne yaptın peki?” diye sordum. Onun yerine sandalyede oturan hoca cevap verdi, “Merak etme, sadece konuştuk. Henüz bir şey yapmadık. Ben bir karışım hazırladım, onu içirdim. Şimdi mışıl mışıl yatıyor, istersen gir bak. Yalan söylemediğimizi görürsün!” dedi.

Bir sinirle kalktım ve diğer tarafa geçtim. Kapıyı açınca gördüğüm manzara Aysel ve hocanın yalan söylemediğini kanıtlıyordu. Zekiye sol tarafına yatmıştı, başının altına minderlerden birini koymuş, dizlerini kendine çekmiş bebek gibi uyuyordu. Tekrar odaya döndüğümde, hoca konuşmaya başladı, “Dediğim gibi daha bir şey yapmadık. Ama yaparsak da gebe kalacağını bilmelisin. İkimizin de nefesi güçlüdür. Aysel hanımla birlikte üflersek kadının gebe kalma şansı çok artar. Seni bunun için çağırdık zaten!” dedi.

Aysel onun bıraktığı yerden devam etti, “Kadın bize 5.000 Lira vereceğini söyledi bunun için. Eğer sen daha fazlasını verirsen…” deyince, “Aklını mı kaçırdın sen, işi iyice soygunculuğa döktün!” dedim sinirle. Hoca, “Osman Efendi, dediğin yanlış, sonuçta biz de aile, ev geçindiriyoruz. Buradan kazandığımız paralarla oluyor bu. Biz öyle düzenli aylık maaşı olan sigortalı çalışanlar değiliz, bu iş soygunculuk değil, amme hizmetidir!” dedi.

Zekiye tutumlu bir kadındı, kalkıp da bu kadar para verecek biri değildi. “Peki, ben daha fazla verirsem ne olacak?” diye sordum. Aysel, “O zaman kadına yapacaklarımız sadece göstermelik olacak, para almayacağız ondan. Bedavadan iyilik yapmış görüneceğiz, ama diyeceğiz ona bu işin garantisi yok diye, anladın mı?” dedi. Yani Zekiye’yi kandıracaklardı. “O kadın bu kadar para veremez, onun durumu buna müsait değil. Sen o 5.000 lafını indir bakalım!” dediğimde, Aysel’in suratı asıldı. Zekiye belki de para teklif etmişti, ama bu 5.000 Lira olamazdı. Hocanın da dahil olduğu bir pazarlıkla bu işi 2.000 Liraya bağladım.

Karımla Aysel’e gide gele, bu fal, büyü işleri kafamı kurcalamaya başlamıştı. Hele dün hocanın büyü bozması ve adeta kehanet gibi açıklamaları doğrusu beni korkutmuştu. O nedenle Aysel değilse bile bu tanımadığım kadını karşıma almak istemiyordum. Aysel, “Sen şimdi git, biz kadını uyandırıp göndeririz, savarız başımızdan. Ben seni aradığımda yanında parayla birlikte gelirsin!” dediğinde, “Tamam!” diyerek çıktım evden.

Zekiye ile yaptığım sikişin bedelini ödüyordum. Moral bozukluğuyla işyerine döndüm tekrar. Bu kez beni işyerinde başka bir sürpriz bekliyordu. Yazıhanemde tanımadığım bir adamla bir kadın vardı. Adam 45-46 yaşlarında orta boylu, kısa ağarmış sakallıydı. Takım elbise giymiş, ama kravat takmamıştı. Karşı koltukta ise siyah çarşaflı bir kadın oturuyordu.

Adam güler yüzle selam verince, selamını aldım. Kadın ellerini önünde birleştirmiş, başı öne eğik haldeydi. Ben içeri girince o da ayağa kalkmış, ama ses etmemişti. Adam hemen söze girdi, “Osman bey, beni Durmuş bey gönderdi. Kendisi Kübra hanımın babasıdır. Size çok teşekkür ediyor vakfa yapacağınız bağış için, size selamlarını iletmemi istedi!” deyince, “Teşekkür ederim!” dedim.

Adam, “Durmuş bey ilerde daha büyük çaplı işler yapmak istiyor sizinle. Ama sizden bir ricası olacak…” dediğinde, “Buyurun, dinliyorum?” dedim. Dilber bu sırada içeri girmek istedi, elinde iki çayla benim Türk kahvem vardı. Adam Dilber’i görünce tedirgin oldu, bir işaretle ondan çıkmasını istedim. Dilber elindeki tepsiyle gerisin geri çıkıp kapıyı kapatırken, adam kaldığı yerden devam etti…

“Evet, ne diyordum. Ha, Durmuş beyin sizden bir ricası var. Durmuş bey, şu içeri giren bayanın işine son vermenizi, onun yerine de Şevkiye hanımı işe almanızı istiyor!” dediğinde çok şaşırdım. “İyi ama neden? Durmuş bey benim çalışanlarıma neden karışıyor, bu hakkı kendisinde nasıl buluyor?” dedim. Kızgındım. Adam, “Bilmiyorum, bunu onunla konuşursunuz sonra. Ama benim şimdi ona bir şey demem lazım. Cevabınız nedir? Evet mi, hayır mı?” deyince, adamın küstahlığı karşısında sinirimden deliye döndüm. Ağzıma geleni söylemek istiyordum, ama içerdeki kadına ayıp olmasın diye susuyordum.

Adam, “Eğer hayır derseniz bu market işinin olmayacağını size söylemem gerek o zaman. Durmuş bey için bu çok önemli bir konu. Kabul edip etmemek sizin elinizde, ama dediğim gibi etmezseniz bu iş olmayacak!” dedi. Durmuş bey denen adam beni ters köşeye yatırmıştı. Onun için kaybedecek bir şey yoktu, ama ben kaybedersem benim için önemli bir meblağ olacaktı bu.

Bir süre düşündüm. En sonunda Dilber’i işten çıkarmaya karar verdim. Ama maaşını ödemeye ve sigortasını yatırmaya devam edecektim. Benim için masraflı olacaktı, ama bu işten kazanacağım parayla rahat rahat yapabilecektim bunu. Cevabımın evet olduğunu söyledim ve “Peki, bu Durmuş beyin bu kadınla ne alıp veremediği var? Bu kadını nerden tanıyor?” diye sordum. “Bilmiyorum, Durmuş Bey bu konuları bizimle paylaşmaz. Bize sadece ne yapmamız gerektiğini söyler o kadar!” dedi ve kalktı. Kadın da onunla birlikte kalkınca, adam, “Şevkiye hanım sen istersen kal, nasılsa artık burada çalışacaksın!” dedi.

Kadın başını önünden kaldırmadan, “Allah razı olsun!” derken adam bana yanaştı ve “Kaç para maaş vereceğiniz size kalmış, sigorta yapmasanız da olur!” dedi kadın için. Adam çıkarken kadın aynı vaziyette ayakta dikiliyordu. Adam gidince Dilber girdi içeri. “Hayırdır? Bu hanım kim?” diye sorunca, meseleyi ona nasıl anlatacağımı bilemedim önce…

“Otur şöyle!” dedim, kadın ise ayakta durmaya devam ediyordu. “Şevkiye hanım sen de otur!” dediğimde, sessizce koltuğun ucuna doğru oturdu. İnce siyah çoraplı ayakları çarşafının altından görünüyordu, ayağında ise ayakkabı niyetine eskimiş bir çift terlik vardı. Dilber kadından hoşlanmamıştı. “Kim bu kadın?” diye yeniden daha sertçe sorunca, “Şimdi soru sormayı bırak. Reddedemeyeceğim bir şey oldu. Korkma, sıkıntı da yapma. Tamam mı? Sadece dinle beni. Bundan sonra bizimle çalışmayacaksın. Yerine Şevkiye Hanım çalışacak. Ama ben senin maaşını ödemeye, sigortanı yatırmaya devam edeceğim!” dedim.

Ancak Dilber bu sözlerime çok kızmıştı. Beni dinlemiyor, “Niye? Ne yaptım ben? Biri mi bir şey dedi? Eski dünürüm mü var arada? Sen niye kabul ettin? Yoksa kızımla mı ilgili? Karın mı istiyor çıkmamı?” diye bir sürü soru sordu. “Ya, kes soru sormayı. Tamam işte, bitti gitti. Sana paranı vermeye devam edeceğim diyorum, sigortan da yatacak. İş aramana gerek yok. Korkma, bana güven…” dedim.

Dilber ağlamaya başlamıştı, eski dünürü Ayşe’ye ağız dolusu küfür ediyordu. Şevkiye hanım bunları duyduğunda yüzü kızarıyor, ama bir şey yapamıyordu. Dilber sonunda biraz sakinleşti, “Yalan söylemiyorsun değil mi? Maaşımı vermeye devam edeceksin. Bak hastanelere gidip geliyorum. Sigortamı da ödeyeceksin değil mi?” dedi. “Ya, sana söz veriyorum dedim ya. Yemin ederim istersen. Bak, hadi kafan rahat olsun. Sıkıntı yapma, bana güven…” dedim yine.

Dilber, “İyi, tamam!” deyip ayağa kalkarken, Şevkiye hanım da ayaklandı. Dilber, “Hayırlı olsun bacım!” deyince, Şevkiye hanım, “Allah razı olsun!” dedi yine elleri önünde birleşik ve başı öne eğik şekilde. Ben Dilber’e, “Sen Şevkiye hanıma işleri anlat o zaman!” dedim. Dilber, “Gel bacım!” diyerek çıkarken, Şevkiye hanım da peşinden çıktı.

Bu Durmuş Bey denen adamın Dilber’le ne alıp veremediği vardı acaba? Onu bir yerlerden tanıyordu muhakkak. Yada Dilber’in dediği gibi, bu işte Ayşe hanımın parmağı vardı belki de. Bilmiyordum, sonradan anlaşılacaktı bu.

Akşam iş çıkışında, Dilber çalışanlarla vedalaştı. “Hakkınızı helal edin!” deyince hepsi birden, “Helal olsun abla!” dedi. Gözleri nemlenmişti. O ara Dilber’i yazıhaneme çağırdım ve “Şu parayı al, bulunsun üzerinde, maaştan ayrı bu, tazminat niyetine, tamam mı?” dedim. “Tamam, sağ ol!” diyerek parayı çantasına attı. Şevkiye hanıma, “Şevkiye hanım sen nereye gideceksen götüreyim, evin nerde senin?” diye sordum. “Şeyy, ben vakıfta kalıyorum, evim yok. Orada kalıyorum!” dediğinde şaşırdım, ama bir şey demedim. “İyi tamam, sen de gel. Şu meşhur vakfın yerini de öğrenmiş oluruz böylece!” dedim.

Dilber öne, Şevkiye Hanım arkaya bindi. Önce Dilber’i bıraktım evine. İnerken küskün, kırgın görünmüyordu. Benim zorda kalmadıkça böyle bir şey yapmayacağımı biliyordu çünkü. O gidince, “Evet Şevkiye hanım, bu vakıf nerde, tarif et!” dedim. “Şey, ben bilmiyorum yerini…” deyince, “Ee, nasıl gideceğiz o zaman?” dedim. Elinde küçük siyah bir naylon torbası vardı, onun içinden bir kart çıkartıp uzattı. Kartı alırken parmağım parmağına değince bir heyecanla çekti elini. Kart yere düştü. Arkaya uzanıp ayağının dibinden aldım kartı.

Kendini benden olabildiğince sakınıyordu. Oldukça mutaassıp biriydi. Karttaki adrese doğru sürmeye başladım arabayı. “Şevkiye hanım anlat bakalım. Beyin ne iş yapıyor?” diye sordum. Şevkiye hanım üzgün bir sesle, “Beyim sizlere ömür!” dedi. “Başın sağ olsun. Hasta falan mıydı?” diye sordum. “Yok, kan davası yüzünden vurdular!” dedi. Bunu deyince acaba başıma bir iş mi aldım dedim kendi kedime.

“Çoluk çocuk var mı peki?” diye sordum bu kez. “8 tane. 6 kızım, 2 oğlum var!” dediğinde, içimden (Rahmetli de iyi sikmiş!) dedim. “Allah bağışlasın!” dediğimde, “Sağ olun!” dedi. Aynadan bakıyordum yüzüne. Çarşafının peçesini dudaklarının üzerine çekmişti, burnu ile kahverengi gözleri görünüyordu yalnızca. “Peki, çocuklar kaç yaşında?” diye sordum. “En büyüğü kız, o 20 yaşında. En küçüğü de erkek, 2,5 yaşında!” dedi. Diğerlerinin yaşı ile ilgili bir şey demedi. “Kocan ne zaman rahmetli oldu peki?” diye sordum. “En küçüğü 1 yaşındaydı!” dedi. Yani nerdeyse 1,5 sene olmuştu. 20 yaşında bir kızı vardı, yani kızı Özge ile nerdeyse yaşıttı. Ama Şevkiye hanımın karımdan daha genç olduğu kesindi.

“Evin falan yok muydu?” diye sorduğumda, “Yok, kiradaydık zaten. Beyim de ölünce ev sahibi bizi dışarı attı. Bir de bu kan davası meselesinden korktu. Bu vakfa geldim çocuklarımla. Şimdi sağ olsunlar, bir oda verdiler orada. Çocuklarıma hem kurs veriyorlar, hem de yemek. Ben de kadınların tuvaletlerini temizliyorum orada.” dedi. “Çocuklar okumuyor mu peki, okula giden yok mu?” diye sordum. “Şey, çocuklarımın dördünde sakatlık var, önceden de gitmiyorlardı zaten. Diğer dördünden de ikisi daha küçük. Diğer ikisi de kursta eğitim görüyor!” dedi.

“Kocan akraban mıydı peki?” diye sordum. “Amcamın oğluydu!” dedi. Yakın akraba evliliği sonucu sekiz çocuğunun dördü sakattı. Ama buna rağmen gene de çocuk yapmışlardı. Zenginin parasıyla, fakirin karısıyla oynadığı lafının doğru olduğunu anlamıştım o bunları derken. Rahmetli kocası anlaşılan Şevkiye hanımla epey bir oynamıştı.

“Sen okula gittin mi peki?” diye sordum. “Yok, babam göndermedi!” dedi. “Yani okuman yazman yok” dedim, “Yok!” dedi. Çok çocuklu, cahil bir kadını işe almıştım. Kazanacağım parayı düşünerek yapmıştım bunu. İlerde ne olacağını bilmiyordum.

“Nerelisin peki, buralı mısın?” dedim. “Yok, Sivaslıyım. Orda yaşıyorduk, ama bu olanlardan sonra ben çocuklarımı alıp buraya geldim. Bu vakfı duyup da geldim yani!” dedi. “Para veriyorlar mı peki vakıfta çalışırken?” diye sordum. “Yok, çocuklarıma baksınlar yeter!” dedi. Kaderine razı bir haldeydi. “Peki, akraban falan da yok mu?” dediğimde, “Var, var ama kimse bakmadı, ilgilenmedi. 8 çocuklu, kocası vurulan bir kadınla ilgilenmek istemediler. Ne kendi kardeşlerim, ne de kocamınkiler. Onlar da zaten akraba, ama yardım eden yok!” dedi. Durumu oldukça üzüntü vericiydi. En azından bu kadını çalıştırıp para verecek olmam bile bir sevaptı.

Vakfa gelmiştim sonunda. Kocaman bir binaydı burası. Etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi. Şehrin biraz dışında kalıyordu. Birkaç sefer önünden geçmiş olmama rağmen ne olduğunu bilmiyordum bu binanın. Şevkiye hanım binanın ana giriş kapısının ilerisine gitmemi istedi, dediğini yapıp elli metre kadar ilerde durdurdum arabayı.

Şevkiye hanıma, “Peki sen nasıl gelip gideceksin?” diye sordum, “Şey, bilmiyorum. Aslında sabahları vakıfta çalışanları getiren servisler oluyor, onlar geri dönerken beni de bırakabilirler, ama söylemek gerek!” dedi. “Söyle o zaman!” dediğimde, “Beni dinlemezler, Reyhan hanımla konuşmak gerek. Ama o da beni dinlemez. Şey, siz derseniz olur ancak!” dedi.

“İyi o zaman, konuşalım Reyhan hanımla. Kim bu Reyhan Hanım peki? Şimdi konuşsam olur mu?” dediğimde, “Şimdi yoktur, akşamüstü gibi çıkar. Vakfın başındaki hanımdır. Durmuş beyin kızıdır!” dedi. “Sen tanıyor musun bu Durmuş beyi?” diye sordum, “Yok, ben bilmiyorum, burayla onun hanımları ve kızları ilgileniyor!” dedi. Anlaşılan Durmuş beyin de geniş bir ailesi vardı eş yönünden.

“O zaman ben seni sabah alırım, sabah sekizde gelirim. Senin cep telefonun var mı? Versene bana numarasını!” dediğimde, “Benim yok telefonum. Ama sabah sekizde kapıda olurum, yani buraya gelirseniz. Burada ufak bir giriş daha var çünkü. Büyük kapıdan bindiğimi görmesinler, laf ederler!” dedi. Her şeyi düşünüyordu. Gerçekten yüksek duvarların arasında küçük, demir bir giriş kapısı vardı.

Şevkiye hanım, “Sağ olun!” diyerek arabadan inip, o kapıyı açıp kapadı ve gözden kayboldu. Yeni çalışanımı böylece tanımış oldum. Aysel’den ses çıkmamıştı. Aradığımda, “Kusura bakma Ankara’dan gelenler oldu, unuttum, arayamadım. Sana bir adres vereceğim, oraya git. Parayı Nurcan hocaya vereceksin!” dedi. “Nurcan hoca kim?” diye sorduğumda, “Aptal aptal konuşma!” dedi. Demek hocanın adı Nurcan idi. Aysel hızlı hızlı hocanın adresini söyledi. Aklımda tutmaya çalışarak oraya sürdüm arabayı bu kez.

Karımı aradım, ev kalabalıktı anlaşılan. Karım, “Annenle Şefika abla bizde, bir de yengeyle Hüsniye hanım. Aldıklarımıza bakıyoruz!” dedi. Her birinin bana selam söylediğini ekledi. Arkadan Şefika ablanın, “Selam söyle aslanıma!” sözünü duydum. Gür sesli bir kadındı. Annemin akrabası geliyordu, Zekiye gibi o da ilçede yaşıyordu. Kocası 3-4 sene önce ölmüştü. İki kızı vardı, ama onunla ilgilenmiyorlardı. Şefika abla bir zamanlar annemle babamın kavga etmesine sebep olan kadındı. Bir düğünde babam kendisine fazla yakınlık göstermişti. Annemse bunu konu edip evde babamla kavga etmişti. Hatta bu kavganın sonunda babam anneme sağlam bir tokat atmıştı, sonra da bir hafta kadar eve gelmemişti.

Şefika abla kocasıyla bir trafik kazası geçirmişti, kocası kazada hayatını kaybetmiş, Şefika abla ise ağır yaralanmıştı. İyileşmiş, ama bir gözünü kaybetmiş, sol bacağı da sakat kalmıştı. Annem bu kaza olana kadar onunla konuşmamıştı. Ama kaza onları birbirine yakınlaştırmıştı. Kızları sakat bir kadınla ilgilenmek istememiş, bu nedenle gelip gitmez olmuşlardı. Şefika ablaya işyerinden erzak gönderir, kimi zaman biz, kimi zaman da teyzem, yani Elif’in annesi para yardımında bulunurdu.

Karıma, “O ne zaman geldi?” diye sorduğumda, “Ha, sana demedim değil mi? Dün akşam baban getirdi, sen çıktın onlar da girdi içeri. Gece orada kalınca unuttum söylemeyi!” dedi. Karım böyle söyleyince şaşırdım, dün gece Şefika abla evdeyken mi annemle babam sikişmişti? Karım, “Sen geliyor musun?” diye sorunca, “yok, işim var benim, hadi hepsine selam söyle!” dedim. Aklım karışmıştı.

Aysel’in verdiği adrese gelmiştim sonunda. Üst katı henüz tamamlanmamış inşaat halinde, iki katlı betonarme bir binaydı burası. Önde ufak bir bahçesi vardı. Bahçe kapısını açıp zili çaldım. Az sonra kapıyı 21-22 yaşlarında seyrek siyah sakallı, zayıf bir genç açtı. “Buyurun?” diye sorunca, “Şey, ben Nurcan hocaya bakmıştım?” dedim. Çocuk içeri dönüp, “Annneee, annneee!” diye bağırdı. Efemine hareketleri vardı çocuğun. Az sonra Nurcan hoca çocuğun arkasında belirdi. “Merhaba, buyurun, dışarda kalmayın, buyurun!” dedi ve ben içeri geçerken ayağıma giymem için terlik uzattı.

Terlikleri giyerken önden içeri geçtim. Nurcan hoca eliyle işaret edip, “Şöyle geçin!” dedi, ışıkları yanmayan bir odaydı burası. Oğluna, “Mehmet, oğlum şu lambayı yaksana!” deyince, oğlu, “Tamam anne!” dedi ve önden geçip ışığı açtı. Nurcan hoca, “Şu perdeleri de çek!” deyince çocuk ses etmeden perdeleri de çekti. Nurcan hoca, “Ne içersin? Kahve yapayım, orta şekerli değil mi?” deyince, “Evet, nerden bildiniz?” dedim. Gülümseyerek içeri geçti. Mehmet karşımda çekingen hareketlerle otururken, içerden Nurcan hoca, “Mehmeeet, Mehmeeet!” diye seslenince kalkıp mutfağa geçti.

Az sonra Nurcan hoca elinde bir tepsi ile, arkasındaki oğlu ise bir sehpa ile içeri girdi. Mehmet sehpayı önden uzatıp yere koyunca, Nurcan hoca kahvemi sehpanın üzerine koydu. “Hadi yavrum, tatlıyı da getir abiye!” deyince, Mehmet içeri geçip küçük bir tabak tatlı ile geldi bu kez. Ev baklavasıydı, belli ki Nurcan hoca yapmıştı.

Nurcan hoca, “Hadi yavrum, sen odana geç, dersini çalış!” deyince, çocuk, “Tamam anne!” diyerek içeri gitti. Nurcan hoca karşıma otururken, “Bu da benim tek çocuğum!” dedi gülümseyerek. Nurcan hoca pembe renkli, uzun ve puanlı bir etek giymişti. Üzerinde ise çiçekli, uzun kollu bir gömlek vardı. Başını omuzlarını da örten kırmızı büyük bir türbanla bağlamıştı. İnce siyah çoraplı ayaklarının altında lastik bir terlik vardı. Ayaklarını öyle görünce aklıma birden Şevkiye geldi nedense.

“Hocam siz içmiyorsunuz?” dediğimde, “Benim kahveyle pek aram yok. Hem bana hocam demene de gerek yok. Nurcan Hanım hatta Nurcan desen bile kâfidir!” dedi. “Peki!” diyerek tatlıdan bir parça aldım, çok güzel olmuştu. “Maşallah delikanlı da pek akıllı!” dediğimde, “Öyledir!” dedi. Oğlundaki değişikliği fark ettiğimi anlamıştı.

“Hep bir kızım olsun istedim, ama oğlum oldu. Ben de onu kız gibi yetiştirdim. Bilmiyorum doğru mu yaptım. İşte sonuç böyle oldu. Açık öğretimde okuyor şimdi!” dedi eliyle içeriyi işaret ederek. Ben de, “Üzülmeyin, hayırlı bir evlat olsun!” dediğimde, “Öyledir, ondan yana kuşkum yok, ama ne bileyim, üzülüyorum!” dedi.

Evi çok sadeydi, hareketleri de öyleydi. “Aysel hoca gibi değilsiniz!” dediğimde güldü. Duvarda bir adama ait eski bir resim vardı. “Eşiniz mi?” diye sorduğumda, başını salladı evet anlamında. “Ne iş yapıyor?” dediğimde, Şevkiye’nin cevabını verdi, “Sizlere ömür!” dedi. Bununla ilgili başka bir şey sormadım. Kahveyi içip, tatlıdan iki parça yedikten sonra, “Şunu vereyim!” diyerek ceketimin iç cebine koyduğum zarfı aldım. O sırada aynı cebimde bulunan, annemin yatağının altından çıkan hafıza kartı yere düştü.

Nurcan, “O ne?” diye sorunca, “Haa, bu mu, yok bir şey!” dedim. “Söylemek istemediğin bir şeyse söyleme!” dedi. “Nasıl yani? Anlamadım?” dediğimde, “O yere düşeni nerde buldun? Büyüyü bozarken bir şeyler mi gördün?” diye sorunca, ağzım açık kaldı. “Anlat, çekinme!” dediğinde, nasıl anlatacağımı bilemedim. Nurcan, “Anlat, çekinme, benden gizlemene gerek yok!” dediğinde kapıya baktım, içerdeki oğlunun duymasını istemiyordum. Nurcan, “Korkma, oğlumun kapısı kapalı, şimdi harıl harıl ders çalışıyor!” dedi gülümseyerek.

O zaman, “Şeyy, bunu annemin yatağının altında buldum. Bir de şey, nasıl desem, yani, böyle açık saçık dergilerle iç çamaşırları vardı, kadın iç çamaşırları!” dedim. Nurcan’ın beyaz yanakları bunları duyunca bir miktar pembeleşti. Nurcan, “Ver onu bana!” deyince uzattım. Hafıza kartını eline aldı, gözlerini kapadı, kendi kendine bir şeyler mırıldandı, hafıza kartına birkaç defa üfledi. Havada daire olacak şekilde çevirdi. Bu işlem belki üç dört dakika kadar sürdü.

Bana geri uzatırken yüzü ciddileşmişti. Ona, “İçinde bir şey mi var? Niye öyle oldu yüzün, söyle, bir şey mi gördün?” dediğimde, “Boş ver!” dedi. Ama belli ki bir şeyler vardı. “Bunlara bakıp bakmamak senin elinde, ama sonuçları seninle ilgili olacak!” dedi, ne demek istediğini anlamamıştım. “Bilgisayarın var mı? Buna bakmak istiyorum” dediğimde “Mehmeeet, yavrum gel bir dakika!” diye seslendi. Az sonra Mehmet gelip, “Efendim anne?” deyince, “Yavrum, bu abinin bir ricası var. Senin bilgisayarında bu elindeki şeye bakmak istiyor!” dedi. Mehmet elimdeki hafıza kartını aldı, “Haa, bu benim bilgisayara olmaz ama. Bende kart okuyucu yok ki, takacak yeri yok yani!” dedi.

Nurcan, “Olmaz mı yani, bakamaz mı?” diye sorunca, “Yok anne, bunun parçası yok bende, buna kart okuyucu lazım!” dedi. “İyi, tamam, sen git dersine çalış o zaman!” deyince, Mehmet yeniden içeri geçti. “Hay aksi!” dedi Nurcan. Ben de, “Neyse ben sonra bakarım!” dedim. Zarfı uzattım bu kez. “Teşekkür ederim!” dedi. “Şey ne oldu? Zekiye?” diye sordum. “Haa, bir şey olmadı, Aysel hanımın dediği gibi yapıp, bir iki lafla başımızdan savdık!” dedi gülümseyerek.

Bir süre sessiz kaldık. “Şey, ben kalkayım!” dedim. Nurcan, “Osman, biraz daha kalabilir misin? Senle konuşmak istediğim bir mesele var!” dediğinde meraklandım. Ayağa kalkmışken yeniden oturdum koltuğa. “Dinliyorum?” dediğimde, Nurcan kalkıp odanın kapısını kapadı.

Yanımdaki tekli koltuğa geçip oturdu, sessiz olmaya çalışarak, “Şey, benim için çok önemli bir konu bu. Bununla ilgili ancak sen yardım edebilirsin!” deyince daha da meraklandım. “Oğlum Mehmet’i gördün. Hareketlerinden, konuşmasından ondaki farklılığı görmüşsündür. Şey, benim oğlumla ilgili korkularım var. Yani nasıl desem, nasıl derler oğlumun şey, Homo olmasından korkuyorum. Hareketlerini, konuşmasını gördün. Bir erkek gibi değil. Onu kız gibi büyüttüm dedim ya, belki de sorumlusu benim bunun. Ben nasıl desem sana, şey, yani oğlum bu yaşına geldi ama daha bir kadınla birlikte olmadı! Şey, senin, yani, şey, kadınlarla ilgili deneyimli olduğunu duydum. Oğluma ancak sen yardım edebilirsin!” dediğinde, “Kimden, ne duydun?” dedim. Bir şey demedi, konuşurken yüzü kızarıyordu. “Oğluma sen yardım edebilirsin, ancak sana güvenebilirim bu konuda, lütfen, lütfen oğluma yardım et!” derken gözleri nemlenmişti.

“Peki, oğlun gerçekten Homo mu? Ne yaptın, takip mi ettin? Yada ne bileyim çocukla hiç konuştun mu?” diye sordum. “Konuştum, bu konuda defalarca konuştum, sordum, oğlum gerçekten böyle bir şeyin varsa söyle, çekinme, anlat bana dedim hep. Ama o her seferince (Yok anne!) diyerek reddetti!” deyince, “Belki de çocuk doğru söylüyordur. Ne biliyorsun Homo olduğunu. Yoksa başka bir şeyler mi var? Yani gördüğün, duyduğun bir şey mi var?” diye sordum bu sefer.

“Yok, çok şükür yok öyle bir şey. Ama hareketlerine baksana, onunla bir yere gittiğimde oğlum hakkında söylenenleri duyunca yüreğim parçalanıyor. Ama bir şey de yapamıyorum!” dedi. “Peki, hiç doktora götürmedin mi?” dediğimde ise, “Yok, kadın başıma nasıl götüreyim?” dedi kapıyı eliyle işaret ederek.

Bir süre sustum, ne diyeceğimi düşündüm. “Peki, bak bu biraz mahrem bir konu ama. Yani, senin oğlun kendi kendini tatmin ediyor mu peki? Banyoda falan, yani bunu yapıyor mu? Ne bileyim bilgisayarında yada işte, dedim ya annemin yatağının altından açık saçık dergiler çıktı ya. Yani sen de öyle bir şeyler gördün mü, buldun mu oğlunun odasında falan?” diye sorduğumda, yanakları daha da kızarmıştı.

“Ben bilgisayardan anlamam. Ama o dediklerinden de hiç bulmadım. Şeyle ilgili, yani, kendi kendini şey etmesiyle ilgili de…” deyip başını geriye attı, kapıya baktı. “Kendi kendini şey etmesiyle ilgili, şey, ona banyoda ben yaptırıyorum…” dedi. “Nasıl yani?” diye şaşkınlıkla sordum.

“Yani ona ben öğrettim. Onu hep ben yıkarım. Banyoda da onun şeyini, yani, erkekliğini tutup onu şey, öyle yapıyorum yani…” dedi. “Sen olmasan yapmıyor mu peki? Sadece sen mi yapıyorsun bunu?” dediğimde, “Yok, yapmıyor. Sadece ben yapıyorum bunu. O yapmak istemiyor. Ben de aslında zorla yaptırıyorum. Sen erkeksin, yapmak zorundasın, yoksa kızlar sana bakmaz diyorum. Ama (Bana ne ya kızlardan!) deyip duruyor!” dedi. “Peki, şeyi, yani erkekliğinde problem yok değil mi? Yani kalkmasında?” dediğimde, Nurcan başını yana çevirdi, “Tövbe tövbe, yok, yok öyle bir şey!” dedi.

Mehmet gerçekten Homo muydu, yoksa sadece hareketleri, konuşması mı kız gibiydi? “Kız arkadaşı yok mu? Hiç olmadı mı?” diye sorunca, “Var, ama yani öyle sevgilisi anlamında değil. Okuldan, liseden arkadaşları var, onlarla bazen buluşuyor, konuşuyor. Hatta kızlar bunu çok seviyor, ama ne bileyim, öyle sevgilisi olmadı hiç. Hepsi arkadaşı, kardeşi gibi görüyor Mehmet’i!” dedi. “Erkeklere karşı nasıl peki? Onlara karşı başka türlü mü davranıyor?” dediğimde, “Yok, onlarla da iyi, ama genelde pek erkek arkadaşlarıyla gezip tozmaz. Onlar alay ediyorlar çünkü. Ama yani öyle erkeklere başka türlü, tövbe tövbe, yani öyle başka türlü bir şeyi yok yani!” dedi.

“Bu çocuk televizyonda yada ne bileyim internette falan açık saçık şeylere bakmıyor mu? Sen hiç görmedin mi?” dedim. “Biz televizyonda öyle şeyler izlemeyiz zaten. Ama dedim ya bilgisayardan anlamam diye, izinsiz odasına da girmiyorum, çok kızıyor. Ben yokken bir şey yapıyorsa bilmiyorum!” dedi.

Bir süre düşündüm, “Bu çocuk belki de cinsellikten hoşlanmıyordur. Yani nasıl desem, kendi kendini tatmin etmiyor değil mi, sen olmasan? Ee, sen diyorsun ki kızlarla arası iyi ama sevgilisi yok. Erkeklerle de iyi arası. Bence çocuk cinselliğe karşı soğuk yaklaşıyor, yani cinsellikten hoşlanmıyor. Bu da olabilir. Bence doktora götürsen daha iyi. Bu çocuk yani belli ki bir şey olmuş, onun için böyle soğumuş cinsellikten. Çocukken falan herhalde, yoksa normal değil bu durum!” dediğimde Nurcan’ın kızarmış yüzü daha bir kızardı. “Ne ilgisi var canım çocukluğuyla ilgili, tövbe tövbe. Herkes gibi o da çocuktu işte!” deyince, “Tamam, herkes gibi çocuktu, ama ne bileyim çocuk cinsellikten soğumuş, yada korkuyor, var bir şeyler işte!” dedim. Bu dediklerime Nurcan itiraz ediyordu sürekli.

Galiba bir yaraya parmak basmıştım. Üzerine gitmek istedim. “Bana bak, doğru söyle. Küçükken bu çocuğa birisi tacizde mi bulundu, babası yada amcası, ne bileyim, başka biri mi bir şey yaptı? Bak öyle bir şey varsa söyle. Çekinme, anlat. Belki de çocuğu biri taciz etti de çocuk böyle oldu!” dediğimde, Nurcan, “Tövbe tövbe, tövbe tövbe, o nasıl laf öyle, olur mu? Bizim evimizde, töremizde öyle şey olur mu?” dedi.

“Bu işler oluyor, sen gazete okumuyor musun? Görmüyor musun neler neler var? Anlat bak, yoksa yardım falan etmem. Benden gizleyerek kaçamazsın. Anlat adam gibi, ne oldu? Çocuğa biri bir şey mi yaptı küçükken?” dedim.

Nurcan’ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Belki de işin doğrusu buydu. Bir süre sonra kendine geldi Nurcan, “Evlendiğimiz zaman kayınbabamların yanında, köyde, bir oda vermişlerdi bize. Orada kalıyorduk. Mehmet olduğunda da kalmaya devam ettik orada…” diyerek bir süre sustu. Türbanının ucuyla gözyaşlarını silerken, “Ee, anlat!” dedim. “Ne anlatayım, bunlar mahrem şeyler!” deyince, “Bak, mahremi falan yok bu işin, anlat bana, hadi. Benden çekinme, utanma, madem benden yardım istiyorsun, her şeyi anlatman gerekli ki ben de ona göre davranayım!” dedim.

O zaman devam etti, “Babaannesiyle dedesi Mehmet’e çok düşkündü. Geceleri çoğunlukla onlarda yatardı. Babaannesi kendi koynunda yatırırdı Mehmet’i. Artık aklı ermeye başlamışken bile babaannesi onu kendi yatağında yatırmaya devam etti. Yani dedesiyle babaannesinin arasında yatıyordu geceleri. Biz de bir şey demiyorduk buna…

İşte, şey, yani, bir gece kayınbabam yatakta Mehmet varken kaynanamın üstüne çıkmış, Mehmet de tabii görmüş bunu. Daha önce de olmuştur, ama o zamanlar aklı ermiyordu demek ki. Sabah olunca Mehmet bana gelip anlatmıştı bunu, (Anne gece dedem böyle yaptı, nenem şöyle yaptı!) diye…

Ben ondan sonra Mehmet’i kaynanamlara göndermedim birkaç gece, ama kayınbabam da, kocam da bunun için dövdü beni. Kaynanam demediği lafı bırakmadı. Onun için ses edemedim. Kocama da Mehmet’in anlattıklarını söyleyemedim utancımdan. Zaten o da istiyordu geceleri Mehmet orda kalsın diye…” dedikten sonra sustu. Belli ki kocası, çocuğu evde olmadığında, Nurcan’ı daha rahat sikebilmek için diye evden gönderiyordu.

“Bu böyle devam etti, Mehmet okula başladığı zaman bile nenesinin yatağında yatıyordu. Kayınbabamla kaynanam anadan üryan halde oğlumun yanında geceleri birlikte oluyorlarmış. Oğluma da (İzle, izle de öğren!) falan diyorlarmış. Bana gelip anlatıyordu, ama ben utancımdan kocama diyemiyordum bunları. Mehmet de o aralar böyle sessiz, sakin bir çocuk oldu. Benimle bile konuşmuyordu. Böyle donuk donuk bakıyordu. Ben zorladım, vurdum, ne var, ne oldu oğlum, konuş benle dedim, ama bir zaman devam etti böyle!” dediğinde, hayretten ağzım açık kaldı. Şaşkınlığımı gören Nurcan, “Öyle işte! Ben kocama bunu dediğimde bir şey diyemedi, beni dövdü, ama bir şey diyemedi. Ondan sonra da köyden kalkıp şehre taşındık!” dedi.

Mehmet’in bu halinin sebebi büyük ihtimalle buydu. Çocukken yaşadığı bu travma onu cinsellikten soğutmuştu. Nurcan’ın oğluna olan ilgisi de onu Efemine şekilde davranmaya itmişti. Nurcan biraz daha yanaştı, hem ağzının kokusunu, hem de ter kokusunu alıyordum şimdi.

Nurcan, “Bak, sana en mahrem şeylerimi anlattım. Bunları kimse bilmiyor, Aysel hoca bile. Ben oğluma çare bulmaya çalıştım ama başaramadım. Onun için senden yardım istiyorum. Aysel hocanın yanında Melahat adında bir kadın kalıyor hani. Kadın eski bir hayat kadınıymış. Şey, Aysel hoca kadını seninle nikâhlamış. İşte, şey, ben o kadına dedim, oğlumun durumunu söyledim, oğlumla birlikte olur musun diye. Bana şey dedi, ben o işleri bıraktım. Tövbe ettim, şimdi kalkıp tövbemi senin oğlun için bile olsa bozamam. Hem artık evli bir kadınım ben. Sadece kocama aitim dedi bana. Kabul etmedi yani…” dedi.

Bir süre sustuktan sonra devam etti, “Sen geldin ya hanımınla. Dedin hani otelde bir adam ve karısıyla birlikte olduk diye. Senden buna benzer bir isteğim olacak. Şey, acaba senin hanımın benim oğlumla olsa olmaz mı?” dediğinde sinirimden deliye döndüm. “Saçma sapan konuşma, manyak mısın nesin?” dediğimde, “Bak, lütfen yanlış anlama. Şey, benim oğlum çok hassastır. Yani şimdi onu geneleve yada hayat kadınlarına götürsen onların yanında başarılı olamazsa daha da kötü olur. Kendine güveni kalmaz iyice. Yani, hem o tip kadınlara da güvenmiyorum ben. Her türlü pis hastalık vardır onlarda. Oğluma geçmesinden korkuyorum!…

Senin hanımın iki çocuk anası, senden önce de uzun süren bir evliliği olmuş. Yani bu işlerde deneyim sahibi bir kadın. Lütfen, beni kırma. Hanımınla konuş bu konuyu. Eminim o da kabul edecektir. Benim oğlum daha bir kadının bedenini görmedi, yani bu işlerde tecrübesizden daha tecrübesiz. Hanımın gerçek bir erkekle birlikte olmayacak, çekinmene gerek yok!” dedi. “Siz aileden sapıksınız!” dediğimde gözleri nemlendi. “Ben ister miydim böyle olsun. Görmüyor musun ne kadar çaresizim. Bu iş gizli olacak korkma, ama her şey usulüne göre olacak!…

Nasıl desem, hani şu adamla kadın, yani sizin birlikte olduğunuz, onların gittiği bir yer varmış Bursa’da. Hani gidip bir eve orada herkes bir başkasının karısıyla, kocasıyla nikâhlanıp beraber oluyormuş. Onun bir benzeri de burada var aslında. Ama öyle ev yok. Herkes bu işi kendi evinde yapıyor. Anlaşan karı kocalar bir evde toplanıp nikâhlanıyor. Gece yarısından güneşin doğuşuna kadar geçerli bir nikâh yapılıyor. Sonra da herkes odasına çekiliyor. Eğer sen hanımını getirirsen, hemen bu gece bu işi bitirsek, tamamlasak. Çok korkuyorum, oğlum Homo olacak diye çok korkuyorum!” dedi.

Saçma sapan bir durumdu. Sinirimden ağzımı bıçak açmıyordu. Nurcan, “Bak dedim ya, Melahat hanım tövbeli bu işlere. Güvenebileceğim başka kimse yok. Bu mesele gizli olacak korkma. Sen hanımını alıp gelsen bize, bu gece bitirsek bu işi, olur mu?” dediğinde, sinirimden ellerimi yumruk yapmıştım. Nurcan’ın suratına yumruğumu indirmemek için kendimi zor tutuyordum.

Bir sigara yaktım, sinirimden delirmiş haldeydim. Sigaranın filtresini ısırıyordum resmen. Birkaç dakika sessizce, başımı ellerimin arasına almış şekilde oturdum. Nurcan’a, “Kusura bakma, dediğini kabul etmiyorum!” dedim. Bunu dediğime pişman etti beni söyledikleriyle. “O zaman bu Zekiye meselesini karının öğrenmesi gerek. Ayrıca kadını yarın çağırıp gebe kalması için ne gerekiyorsa yapacağım!” dedi. “Aptal aptal konuşma!” dedim, ama o çok ciddiydi. “Kabul etmezsen olacakları yarın görürsün!” dedi. Açığımı biliyordu Nurcan ve şimdi onu kullanıyordu.

Karımı aradım. “Misafirler gitti mi?” diye sordum. “Evet gittiler. Sen ne zaman geliyorsun peki?” deyince, “Birazdan gelirim!” dedim. Telefonu kapatıp, Nurcan’a döndüm ve “Sen kazandın!” dedim. Nurcan, “Teşekkür ederim, merak etme karşılığını alacaksın!” derken, ben bir şey demeden arabaya atladım. Karımı alıp gelecektim…

[Osman]

Ah Bu Töreler Seks Hikayesi! Tüm Bölümleri